Kronik Enflamasyon, Bağırsaklar ve Psikiyatri Dünyası

Son zamanlarda enflamasyon kelimesiyle karşılaşmadığımız bir gün geçirmiyoruz. Şu aralar tıp dünyasının popüler konusu haline gelen kronik enflamasyon bir çok öldürmeyen ama süründüren hastalıkların altında yatan sebep gibi görünmekte. Aynı zamanda ikinci beyin olan bağırsak sağlığı, vücutta dengeli salgılanması elzem olan hormonlar, uyku düzeni vb mevzular da sık sık konuşuluyor. Özellikle sosyal medyanın çeşitli ‘sağlıklı yaşam platformları’nda bu konuları enine boyuna ele almayan neredeyse yok. Çocukluğunun ciddi bir kısmını kronik inflamasyon, romatizma tehlikesi ve alerjik problemler yüzünden sıkıntılı geçirmiş biri olarak bu konular bir süredir benim de yakından ilgilendiğim konular haline geldi.

Vücuttaki kronik ateşin sadece diyabet, Alzheimer gibi hastalıklarla değil ayrıca bireylerin psikolojik durumlarıyla da alakalı olabileceğini ortaya koyan çalışmalar son senelerde birbirlerini destekler şekilde artmaya başladı. Konuyla ilgili birikmeye başlayan ciddi bir literatür oluştu sayılır. Sadece kronik enflamasyondan muzdarip biri olarak değil, aynı zamanda mesleğim dolayısıyla da yeni çıkan çalışmaları takip etme ihtiyacı hissediyorum. Çünkü immunoloji ve nöroloji alanında yapılan çalışmalar psikoloji dünyasını da yakından ilgilendirecek şaşırtıcı sonuçlar ortaya koyuyor. Kafamda senelerdir cevaplanamayan bazı soruların cevabını akademik çalışmalarda bulabilmek tatmin edici. Fakat henüz cevaplayamadığım bir soru var: Şu zamana kadar uygulanan geleneksel psikoterapi yöntemleri hastalıkların biyolojik boyutunu ilgilendiren bu önemli sonuçları daha ne kadar göz ardı etmeye devam edecek?

Seneler önce, Türkiye’de bir okulun rehberlik servisinde çalışıyorken, danışmanlık desteği verdiğim öğrenci gruplarından birinde bu meseleyi öne sürmüştüm. Çocuğunun düşük duygu-durumundan şikayetçi olan bir veliyle yaptığım ön görüşmede öğrencinin sportif aktiviteleri ve beslenme konusundaki alışkanlıkları üzerine bir kaç soru sormak istemiştim. Hem veli, hem de çalıştığım kurum tarafından bu soruların gerekliliği ile ilgili sorguya çekilmiş, bu tarz -yani çocukların zihin dünyasıyla direk alakası olmayan- mevzuların sorgulanmaması ve hatta bu konular üzerine mümkünse tavsiye verilmemesi gerektiğiyle ilgili bir uyarı almıştım.

Aradan seneler geçti. Şimdi yediden yetmişe herkes enflamasyon düşüren yiyecekleri, yeterince salgılanmayan serotonin ve dopaminleri, ikinci beyin olan bağırsağı, mikrobiyomları ve onları hangi tür prebiyotiklerle beslemek gerektiğini, nasıl sağlıklı beslenileceğini vs. konuşuyor. Halkın bu kadar sıkı takip ettiği bir mevzuda acaba psikiyatri ve psikoloji dünyası pratiklerini ne derece güncelleyebildi? Yani psikiyatri cephesinde yeni bir şey var mı?

Bu sorunun Türkiye’deki cevabını maalesef bilmiyorum (cevaplamayı da Türkiye’deki meslektaşlarıma bırakıyorum). Fakat Amerika ve Avrupa’da ciddi paradigma değişikliklerine sebep olacak araştırmalar yapılmakta. Ne güzel ki, bu araştırmalar sadece akademide kalmıyor; sokakta, evlerin içinde, sosyal medyada konuşulup tartışılıyor. Fakat maalesef, araştırma sonuçlarının psikiyatrinin müdahale (intervention) alanlarına girmesi çok yavaş gerçekleşmekte. Geleneksel terapi metodları uzun bir süre daha ana akımda kalacak gibi duruyor. Depresyon, bipolar vs gibi duygudurum bozukluklarının, hatta şizofreninin beslenme ve hayat tarzı ile ilişkisinin etraflıca incelenmesi, bununla eşleşecek terapi yöntemlerinin geliştirilip kabul görmesi uzun sürecek. Bu gerçekleşene kadar bize düşen, konuyla ilgili bizi aydınlatabilecek kaynaklardan haberdar olmak.

Geçen sene kış aylarında, kendimle ilgili bir türlü kıramadığım garip bir döngünün içinde olduğumu farkettiğimde, radikal bir şekilde hayatımdan gluteni bir süreliğine de olsa çıkartma kararı aldım. Bu zor kararı alırken beni motive eden en önemli etken dönem dönem başa çıkmakta zorlandığım depresif duygu-durumlarıydı; neredeyse sebepsiz görünen mutsuzluk hali, psikolojik mukavemetimin aşırı zayıf düşmesi gibi açıklayamadığım durumlardan bahsediyorum. Zaman zaman -çocukluk dönemlerimde bile- çevremdekiler tarafından karakterimle özdeşleştirilen bu genel düşük duygu-durum hali kader olarak kabul ettiğim bir meseleydi. Ta ki, geçen sene ipleri elime alıp çeşitli başa çıkma yöntemleri araştırmaya başlayana kadar. Konuşma terapisiyle bir türlü istediğim randımanı alamıyor olmak beni alternatif kaynaklara itmişti. Psikoterapinin yanısıra takip ettiğim yoga seansları, meditasyon uygulamaları derken en sonunda kendimi bir vidyonun karşısında buldum. Vidyoda mikrobiyota, vagus siniri, kronik ateş, nörolojik hastalıklar, psikiyatrik durumlar vs konuşuluyordu. Peş peşe birinden diğerine atlarken bu mevzuların bağlantısından neden bu zamana kadar habersiz olduğumu, bunların neden hiçbir derste tartışılmıyor olduğunu düşünmeye başladım. Okulda neden beden ve zihin bu kadar birbirinden ayrı varoluşlar olarak ele alınıyordu? Aslında bu sorgulamaların ciddi bir felsefik yaklaşımın eleştirisini beraberinde getirdiğinin farkındaydım.

Okuduğum makaleler, haberdar olmaya çalıştığım araştırmacıların konuşmalarıyla kafayı iyice bozduğum glutensiz geçen bir dönemin sonunda Cambridge Üniversitesi Nöroloji Bölümü hocalarından olan Edward Bullmore’un ‘The Inflamed Mind (Ateşli Beyin diye çeviriyorum izninizle :))’ isimli kitabına denk geldim. Türkçe’ye çevrildi mi bilmiyorum ama mevzuyu geniş ve tatmin edici bir şekilde ele alan, genele hitap edebilecek en ciddi kaynak diyebilirim. Beden ve zihin arasındaki geleneksel dualist (kartezyen) ayrımdan başlayarak psikiyatri dünyasının içinde bulunduğu çıkmazı ele alıyor, ardından bedende enflamasyonu oluşturan mekanizmaları, sebep olabileceği fizyolojik durumları son araştırmaların güzel bir özetiyle okuyuculara aktarıyor. Bu araştırmaların ve devamlarının psikiyatri yöntemlerinde bir şeyleri değiştireceği kesin, diyor Dr. Bullmore. Bu yaklaşan paradigma değişikliğinin terapi uygulamalarını ne yönde etkileyeceğine dair ikna edici argümanlar sunarak, biz okuyucuların mevzuyla ilgili neler yapabileceğine dair somut fikirler veriyor.

İçeriği ile ilgili ileride daha ayrıntılı bir yazı yazacağım fakat şunu söylemek isterim ki, kitabı okuduktan sonra uzun süredir kendime sorduğum bazı soruların şiddeti bir kat daha arttı. Mesela, kendim ve karakterim olarak tanımladığım şey bedenimle ne kadar bağlantılıydı? Yani bedenim nereye kadar benliğim üzerinde bir etkiye sahipti? Eğer psikolojim üzerindeki beden etkisinden söz ediyorsak zihin ve bedeni birbirinden ayrı oluşumlar olarak ele almak -ki geleneksel dualist yaklaşım bunu söyler- ne kadar doğruydu? Beynimde ya da vücudumda dönen biyolojik olaylar ve kimyasal reaksiyonlar sonucunda duygu ve düşüncelerim oluşuyorsa, kendiliğimi biyolojik varoluşumdan ayrı tutmak saçma değil miydi? O zaman bedenimi büyük ölçüde denklemin içine yerleştirmeyen geleneksel psikiyatri yaklaşımları beni ne kadar tanıyabilir ve bana ne kadar uygun tedavi yaklaşımları sunabilirdi?

Biliyorum, bunlar büyük sorgulamalar. En sevdiğim gelişim psikoloğu devlerinden Urie Bronfenbrenner insanı bulunduğu bağlam içerisinde ele almak gerektiğini yıllar önce söylemişti. Yani insan iç içe geçmiş bir sürü kompleks sistemin oluşturduğu çeşitli kombinasyonların ürünü olarak gelişir, serpilip kendi biricikliğini oluşturur. Bronfenbrenner mikrobiyotayı -özellikle de bağırsaklarımızda bulunan bakteri kolonilerini- insanın içine doğduğu mikrosistemin elementlerinden biri olarak görmek ister miydi bilmem. Yine de beyin-bağırsak ekseninde dönen bir çok biyokimyasal olayın psikolojik durumlarımız üzerinde ciddi etkilerinin olabileceğini ortaya koyan araştırmaları göz ardı etmezdi diye düşünüyorum.

Mesela fareler üzerinde yapılan bir araştırma bağırsaklardaki bakteri kolonilerinin ve bunların çeşitliliğinin farelerin davranışsal özelliklerinde neredeyse belirleyici bir etkiye sahip olabileceğini gözler önüne seriyor. Araştırmada bağırsaklarında bulunan bakteri kolonisinin çeşidine göre kaygılı ve stresli ya da rahat ve vurdumduymaz davranış özellikleri sergileyen fareler söz konusuydu. Okuduğumda beni epey sarsan bu çalışmanın sonuçlarının başka çalışmalarla da desteklenmesi gerek tabii ki. Yine de bunun gibi çalışmaları önemli buluyorum çünkü beyin-bağırsak bağlantısının davranışlarımız ve psikolojik durumumuz üzerindeki muhtemel etkilerinin altını önemle çiziyor.

Bilim, vücudumuzdaki zararlı bakteri kolonilerinin çoğalmasının özellikle son dönemlerde insanoğlunun maruz kaldığı değişen beslenme düzeni ve hayat tarzıyla kronik enflamasyona nasıl davetiye çıkartabileceğini artık açıklayabiliyor. Son on yılda gerçekleşen nörobilim, immünoloji, mikrobiyoloji ve psikiyatri alanlarının kesiştiği araştırmalar bize enflamasyonun bir çok ciddi psikiyatrik hastalıkların oluşumunda rol alabileceğini söylüyor. Durum böyleyken, duygularının farkında olmak isteyen birinin içinde bulunduğu mikrosistemi biyolojik boyutu dışarıda bırakmadan incelemesi önem kazanıyor. Yani bedenini. Yani yediğini içtiğini. Hayatı yaşayış tarzını. Kendiliğini oluşturan bütünün elementlerini.

Hal böyleyken, yani araştırmalar adeta kulağımızın içine bağırıyorken, hayat tarzımız üzerinde kafa yormadan duygu-durumumuzu ele almaya çalışmak neredeyse akıntının tersine kürek çekmek gibi. Düzenli hareket etmenin, sağlıklı ve dengeli beslenmenin, üzerimizde zararı olduğunu farkettiğimiz yiyecek ve içecekleri bünyemizden uzak tutmanın zihinsel durumumuz üzerindeki pozitif etkilerini görmek bir iki aylık sabırlı denemeye bakıyor.

Burada ufak bir parantez açmak istiyorum. Her insan kendi biricikliği içerisinde ele alınması gereken ayrı bir organizma. Herbirimize iyi gelecek mucize bir diyet maalesef henüz icat edilmedi. Bu sebeple şu an için elimizdeki en etkili yöntem deneme-yanılma yöntemi. Bünyemize hangi besinin ya da hayat tarzının iyi ya da kötü geldiğini denemeden öğrenebileceğimiz bir yöntem yok ne yazık ki. Alerji testlerinin kesin sonuçlar vermediği açık. Bu yüzden en kesin yöntem deneyerek kendi bünyemizin sınırlarını anlamaya çalışmak. Yediğimiz bir şey biyolojik dengemizi sarsıyorsa onun bize iyi gelmediği kesin. Vücuttaki nörokimyasal dengenin korunmasının ne kadar elzem olduğunu ancak dengenin bozulmasıyla farkedebiliyoruz.

Benim yaklaşık dört ay süren glutensiz serüvenim, duygu-durumum üzerinde pozitif yönde bir değişim elde etmeme sebep oldu diyebilirim. İçimdeki ‘nerd’ sağolsun bu süreç boyunca duygu-durumumu ölçebilmek için kendime iki-üç günde bir ölçek (The Brief Mood Introspection Scale) uyguladım. Dördüncü ayın sonuna doğru duygu-durumum kayda değer bir şekilde pozitif yükseliş gösteriyordu. Zaten bu değişikliği kendimde açık bir şekilde hissedebiliyordum. Ardından dışarıdan alınan probiyotik desteğinin genel duygu-durum üzerinde pozitif etkiye sahip olabileceğini öne süren araştırmalara denk gelmemin sonucunda probiyotik desteğine başladım. Üstelik düzenli D vitamini ve omega takviyesini de probiyotiklere eklemiş bulunmaktayım. Ara ara glutensiz diyeti bozuyor olsam da, ruhsal mukavemetim eskisinden daha kuvvetli.

Kısacası deneme yanılma yöntemiyle de olsa nihayet duygu-durumum üzerinde ciddi etkisi olduğunu farkettiğim biyolojik etmenlerin farkına varmış oldum. Bu farkındalığın bana kazandırdığı en önemli şey, karakterimin bir parçası zannettiğim duygu-durumunun aslında kaderim olmadığını farketmek oldu. Bedenimde yolunda gitmeyen bir şeyler vardı ve benim bunları anlayabilmem gerekiyordu. Bu farkındalık kendime göstermiş olduğum sabır ve şefkati ciddi ölçülerde arttırdı.

Tabii bu yazıyı okuyanların kronik enflamasyonu kontrol altına almanın tek başına her şeye çözüm olduğunu düşünmelerini istemem. Öncelikle bunu ruh sağlığıyla profesyonel düzeyde ilgilenen biri olarak istemem. Beslenme ve yaşam tarzının sağlıklı ve dengeli bir şekilde düzenlenmiş olması konuşma terapisini asla gereksiz bir konuma düşürmüyor. Kendimizi tanıyabilme, anlayabilme, yaratıcılık kapasitemizi geliştirme ve kişisel dayanıklılığımızı arttırabilme yolunda elimizdeki en sağlam yöntemlerden biri hala psikoterapi.

Anlatmak istediğim aslında şu: Psikoterapiye eşlik etmesi gereken, onun üstümüzdeki faydasını artıracak durumların da farkında olmak ve bunları hayatımıza uygulamaya çalışmak artık eskisinden daha elzem. Duygularımız sadece zihinsel süreçlere indirgenemeyecek kadar komplike bir sistemin dışavurumu. Onları ele alıp incelerken bütüncül yaklaşmaya çalışmak, meselenin zihinsel boyutunun yanısıra fiziksel, biyolojik boyutunu da denklemin dışında bırakmamak çok önemli. Bu tarz bütüncül yaklaşımlar psikiyatride ana akım hale gelene kadar kendi kendimizin araştırmacısı olup, bedenimizi tanımak ve ona iyi gelen pratiklerin farkında olmak bizim kendimize olan borcumuz.*

*Bu yazının orijinali 29 Ekim 2019 yılında Medium hesabımda yayınlanmıştır.

Previous
Previous

Beyin Farkındalığı Haftası